

İKTİSADİ KALKINMA VAKFI DERGİSİ
81
ayın son haftasında yapılan AB lider-
ler zirvesinden müzakere sürecinin
durdurulması kararı çıkabileceği bek-
lentisi yarattı. Ama korkulan olmadı,
zirvede akl-ı selim galip geldi, tren -bu
defa da- devrilmedi.
Bu durumda bana da Gümrük Bir-
liği’nin modernizasyonu sürecini de-
ğerlendireceğimiz üç yazılık serimize,
nisan ayı içinde yaşadıklarımızı Brük-
sel gözlüğüyle sizlere aktarmak üzere
ara vermek farz oldu. Şu soruya cevap
aramaya çalışıyorum: Neden herke-
sin treni zamanında gara ulaşıyor da
bizimki hem yerinde sayıyor hem de
devamlı devrilme tehlikesi yaşıyor?
Nisan Ayına Nasıl Gelindi?
Tabii ki bir günde değil, aniden
kendimizi o noktada bulmuş değiliz.
Göz göre göre, bile bile, yavaş yavaş ge-
lindi o noktaya. Son birkaç aydır ulus-
lararası medyanın da pompalamasıyla
iyice şiddetlendiğini gördük, ama as-
lında (2004-2009 dönemi dışında) AB
kamuoyunda Türkiye’ye karşı yaygın
bir karşı duruş hep var ve bu durum
AB sürecini etkiliyor. Gerçi AB içinde
Türkiye’nin üyeliğini kabul etmeye ha-
zır kesimler de var, ama ortada pozitif
bir siyasi irade ve liderlik olmaması
yüzünden meydan daha ziyade Türkiye
karşıtlarına kalmış durumda. Doğrusu
biz de özellikle son zamanlarda, Tür-
kiye karşıtlarına malzeme sağlamakta
hayli cömert davranıyoruz. Buna bir
de Avrupa medyasının, kamuoyunda-
ki peşin hükümleri daha da azdıran
basmakalıp, provokatif söylemlerini
ekleyin. Sonuç: Türkiye’ye EVET deme-
ye hazır Avrupalıların sayısı giderek
azalıyor.
Oysa şu bir gerçek ki, AB vatan-
daşlarının ve siyasi elitinin çoğunluğu
Türkiye’ye hayır demeyi sürdürdükçe
tam üyeliğimiz gerçekleşemez.
AB tarafında durum böyle. Tür-
kiye’ye bakınca da şunu görüyoruz:
Avrupa’dan gelen belirsiz ve kaçamak
mesajlar da Türkiye’deki AB yanlıla-
rının sayısını azaltıyor. Birçok kişi,
sonunda üye olamayacaksak bu zorlu
reformların sıkıntısına neden katlana-
lım diye sorguluyor. Sonucu belirsiz bir
yolculuk ve değişim topluma cazip gel-
miyor. Türk siyasi elitinin söylemleri de
toplumdaki anti-AB duyguları yükselti-
yor. Sonuçta, Türkiye’de de AB’ye EVET
diyenlerin oranı düşüyor.
Zaman zaman işler yoluna girdi de-
diğimiz anlar da oluyor gerçi ama kısa
sürüyor, hemen ardından süreci yavaş-
latacak, durduracak hatta kazanımları
yok edecek şekilde geri döndürecek
bir hamle mutlaka geliyor. Bu hamle iki
taraftan da gelebiliyor ve sevinçler kur-
saklarda kalıyor. Süreç tekrar çıkmaza
giriyor. Neden?
Kimlik ve Aidiyet Sorunu mu,
Algılama Sorunu mu?
Tabii ki her ikisi de. Aslında ortada
bir algılama sorunu olduğu muhakkak.
İki tarafın da birbirini algılamasında
çarpıklıklar var. “Algılama” netameli bir
konu. Algılamalar çok uzun dönemler-
de, hatta asırlarda oluşuyor (ama biz
sadece onun en son halini görebiliyo-
ruz) ve bir halkın bir ülke hakkındaki
algılamalarını değiştirmek öyle kolay
bir iş değil.
Algılama nihayetinde bir imaj, bir
imge. Kişi, gerçeğin görebildiği, du-
yabildiği ya da hissedebildiği bölüm-
lerinden duygusal ve akılsal veriler
alıyor ve bu veriler o şahsın zihinsel
çerçevesinde önceden mevcut verilerle
birleşerek bilincinde bir iz bırakıyor.
Buna da algılama diyoruz.
Algılama dediğimiz bu imge biz-
de değildir, bizim gerçeğimizden yola
çıkarak oluşmuştur ama başkasının
bilincindedir, kendisi tarafından oluş-
turulmuştur. Biz değişsek dahi onun
kafasındaki imaj -en azından bir süre
daha- yaşamaya devam edecektir. Yani,
tamam, değişmek önemli ama karşı
tarafın bilincinin yeni imgelere açık
olması da çok önemli.
Peşin hükümler ve ön yargılar
ne yazık ki bir kez oluştuktan sonra
etrafımızdaki şu karmaşık dünya-
da temel navigasyon araçları haline
geliyorlar. İnsanlar yapmak için çok
güçlü sebepleri yoksa kolay kolay
onlardan vazgeçmiyor, onları değiş-
tiremiyorlar.
Bu sebeple de sokaktaki adamın
zihninde yaşattığı imaj güncel ola-
mıyor hatta oldukça eski dönemleri
yansıtabiliyor. Bir de insanların bir
ülke hakkındaki algılamaları genelde
gerçeklere dayalı olsa dahi “doğru” ol-
mayabiliyor. Siyasetçiler, gazeteciler ya
da elit kesim dediklerimiz görüşlerini
sık sık güncelleyebiliyor oysa sokakta-
ki adam bunu yapamıyor.
Peşin hükümler ve ön yargıları de-
ğiştirmek için parlak posterler, slogan-
lar ve harika nutuklar kısacası sözler
çalışmıyor. Ancak büyük ve olumlu
eylemler, olaylar ani değişikliklere yol
açabiliyor.
İşte bu da algılama ile kimlik soru-
nu arasındaki bağlantı noktası. Algı her
ne kadar kısa vadeli güncel imgelerden
kaynaklanıyorsa da o imgenin üzerine
oturduğu, algıya son biçimini veren
çerçeve eski, nesilden nesle aktarılan
kadim bilgiye (öz kimliğe) dayanıyor.
Gelelim günümüz ve pratiğe: Bu açı-
dan bakınca şu an karşı karşıya olduğu-
muz peşin hüküm ve ön yargılarla ilgili
başa çıkmamız gereken iki sorun oldu-
ğunu görüyoruz. Birincisi son yıllarda
oluşan, kısaca Türkiye’nin giderek gü-
cün merkezileştiği, otoriterliğin arttığı,
demokratik değerlere verilen önemin
azaldığı bir yönetim biçimine kaydığı
yönündeki yüzeysel, kısa vadeli algıla-
ma. İkincisi ise, Batı’nın zihninde daha
derinlerde ve eskilerden yer etmiş bir
soru: İslam’la demokratik değerler bağ-
daşabilir mi; İslam ülkeleri demokratik
rejimleri kabul edip yaşatabilir mi?
Birinci algının son birkaç yıldaki uy-
gulamalarımız sonucu hızla yeşerdiğini
söylemek mümkün. Çünkü 2004-2009
yılları arasında bunun tam aksi, Türki-
ye’nin hızla ve kuvvetli bir biçimde de-
mokratikleştiği algısı Batı’da çok genel
bir kabul görmüş durumdaydı. Demok-
ratik ve nispeten laik bir yönetim biçimi-