2017’DE DÜNYAYI NELER BEKLİYOR? YAKINDAN TAKİP EDİLMESİ GEREKEN 10 GELİŞME
Dünya genelinde şaşırtıcı gelişmelerle dolu bir yıl olan 2016’yı geride bırakıp 2017’ye girdik. 2016’da meydana gelen krizler, savaşlar, terör olayları ile mültecilerin dramı ve popülizmin yükselişi gibi olumsuz gelişmeler, hepimizin 2017’yi bir kurtarıcı gibi karşılamasına neden oldu. Ancak daha ilk saatlerde İstanbul’da gerçekleşen ve 39 kişinin yaşamını kaybetmesine neden olan terör saldırısı, 2016’nın 2017’ye mirasının pek de iç açıcı olmadığını ortaya koydu. Sınır tanımayan terör, Orta Doğu’da istikrarsızlık ve çatışmalar gibi hayati sorunların yanında, Batı’da liberalizmin zayıflaması ve dünya genelinde otoriter ve popülist liderlerin güç kazanması, küresel kurumların ortak sorunların çözümünde etkili olamamasına da yol açıyor. Bildiğimiz dünya hızla değişirken, parametreler de farklılaşıyor ve insanlık olarak bir sistem değişimi ve eksen kaymasına tanıklık ediyoruz. Bu zor dönemde, AB’nin temelini oluşturan ve aslında Avrupa değerleri olmanın ötesinde evrensel değerler olan insan hakları, demokrasi, özgürlük ve hukukun üstünlüğüne sahip çıkmaya ve bu değerleri korumaya almaya her zamankinden de fazla ihtiyaç var. Türkiye gibi kritik bir coğrafyada yalnız bölgesi için değil, tüm dünya için önemli olan bir ülkenin AB’ye yakınlaşması, kuşkusuz ki hem AB’yi güçlendirecek hem de bölge için bir motivasyon kaynağı olacaktır. Tüm zorluklara rağmen bu idealin bırakılmaması ve AB’ye entegrasyon için çalışılması 2017’de de önemini koruyan bir amaç olacak.
İKV uzmanları, 2017’de takip edilmesini önemli buldukları 10 olayı sizler için yorumladı.
1) 20 Ocak: Beyaz Saray’da Trump Dönemi Başlarken
2016 yılının en büyük sürprizi kuşkusuz Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın ABD seçimlerini kazanması oldu. Britanya’nın AB’den ayrılması ile ilgili referandum öncesinde kötü sınav veren anket şirketleri, bu sefer tamamen sınıfta kalırken, başta AB olmak üzere dünyanın geri kalanı küreselleşmenin kaybedeni beyaz Amerikalıların bu zaferini anlamaya çalışıyordu. 20 Ocak 2017 tarihinde, Başkanlık yeminini etmesiyle birlikte Trump’ın dönemi başlayacak. Seçim kampanyasındaki çıkışları, vaatleri ve kibirli tarzıyla Trump, ideal bir ABD Başkanı tanımının dışına çıkıyor. ABD gibi dünyada lider konumdaki bir ülkenin Başkanının, siyaset tecrübesi son derece sınırlı olan, uluslararası konularda bilgisi olmayan ve ırkçı ve kadın düşmanı söylemi ile tepki çeken bir kişi olması sadece ABD’yi değil, tüm dünyayı yakıdan ilgilendiriyor.
Trump ile birlikte nasıl bir dönemin geleceğine ilişkin pek çok soru işareti ve tahmin mevcut iken, 2016 yeni yıla tahtını başka sürprizlerle devretti. Normalde Başkanlık dönemi biten ve bu sebeple “topal ördek” olarak adlandırılan mevcut Başkan Obama’nın Kasım 2016 seçimlerinden 20 Ocak 2017’ye kadar olan dönemi devir teslime hazırlanıp, çok da önemli kararlara imza atmadan geçirmesi gerekiyordu. Ancak önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda İsrail’in yasadışı yerleşim yerlerini derhal ve tamamen durdurması kararına destek verilmesi, sonrasında Rusya’nın ABD seçimlerine siber saldırı ile müdahale ettiği gerekçesiyle 35 Rus diplomatın sınır dışı edilmesi gibi oyunun kurallarını değiştiren hamleler yapması, Trump’ın başkanlık döneminin nasıl başlayacağına ilişkin soru işaretlerini artırdı. “Trump önemli ölçüde emekli askerler ve şirket yöneticilerinden oluşan ekibiyle vaat ettiği gibi ABD’yi yeniden büyük yapacak mı?” sorusuna 2017’de bazı cevaplar bulacağız gibi görünüyor. Bu noktada Trump dönemini dört gözle bekleyen ülkeler arasında Türkiye’nin de olduğunu hatırlamak gerekiyor. “Son dönemde Suriye ve FETÖ nedeniyle iyice gerilen Türkiye-ABD ilişkileri, Trump döneminde eski ivmesini yakalayabilecek mi?” sorusunun cevabını da yine 2017 içerisinde alacağız. Bu bağlamda, yeni ABD Başkanının Rusya’ya yönelik tutumu, yani Rusya’ya yönelik bir yakınlaşma ve işbirliği politikası mı yoksa gerilim ve restleşme politikası mı uygulayacağı, Türkiye açısından da büyük önem taşıyor. Türkiye’nin son dönemde büyük ölçüde aşınan ABD ilişkilerini Trump döneminde onarması ve sürdürülebilir bir zemine oturtması dengeli bir dış politika izlenmesi açısından kritik bir rol oynayacak.
Çisel İleri, İKV Araştırma Müdürü
2) 15 Mart: AB’de Seçim Yılının İlk Zorlu Sınavı Hollanda Genel Seçimleri
2017 yılında AB’nin ve genel çapta Batı demokrasi kültürünün geleceğini belirleyici en kritik dinamik, şüphesiz ki AB’nin amiral gemisi konumundaki Hollanda, Fransa, Almanya gibi ülkelerde sahne alacak seçimler. Bu seçimler, bir anlamda AB vatandaşlarının korumacı, ulus devlet ve güvenlik odaklı bir gelecek mi öngördüğünü yoksa AB’nin öne sürdüğü çok kültürlülüğe dayanan ileri entegrasyon ve uluslarüstü yapının mı kabul görmeye devam edeceğini ortaya koyacak. 2017’de AB ülkelerinde gerçekleşecek ulusal seçimler arasında 15 Mart 2017 tarihinde düzenlenmesi öngörülen Hollanda genel seçimleri ayrı bir önem taşıyor. Bunu iki sebebe dayandırmak mümkün. İlk olarak Hollanda seçimleri, 2017 yılında Kıta’nın karşılaşacağı ilk genel seçim olma özelliğine sahip. Dolayısıyla bir anlamda, Brexit referandumunda Nigel Farage ile başlayan ve ABD başkanlık seçimlerini Donald Trump’ın kazanmasıyla devam eden popülist radikal söylem fenomeninin Kıta Avrupası’nda nasıl yankı bulduğunun ilk göstergesi olacak.
İkinci olarak ise bilindiği üzere başkent Amsterdam, istisnasız her sıralamada, dünyanın en kozmopolit şehirleri arasında zirveye oynuyor. Hollanda, tarihsel olarak AB’de çok kültürlülüğün ve kozmopolit yapılaşmanın başkenti konumunda. Dolayısıyla Amsterdam toplumsal dinamiklerinin mi seçimi kazanacağı yoksa Amsterdam’a 30 dakika mesafedeki Volendam kasabası gibi AB aşırı sağının merkezlerinden birinin mi galibiyeti sırtlayacağı, 2017’de bütün paydaşların yakından takip etmesi gereken kritik bir süreç. Hollanda aşırı sağının göçmen karşıtı söylemi politikalarının merkezine aldığı düşünülünce, bir anlamda AB’nin göç politikalarının ve Türkiye-AB Mülteci Uzlaşısı’nın AB vatandaşları düzeyinde nasıl yankı bulduğuna ilişkin ipuçları da bu seçimin sonucunda belirgin hale gelecek.
Bütün bu tartışmaların odağında ise tek isim göze çarpıyor: aşırı sağ Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders. Wilders’in yabancı düşmanlığı, islamofobi ve göçmen karşıtlığını merkeze alan popülist seçim propagandası, Hollanda tarihinde görülmediği kadar yankı buldu ve halihazırda gerçekleşen pek çok seçim anketinde Wilders’in yarışı önde götürmesini sağladı. Wilders’in en güçlü rakibi, merkez sağ partinin lideri, Başbakan Mark Rutte. Bu ikili, koalisyon döneminde sürdürdükleri uyumlu işbirliğiyle dikkat çekerken 2012 yılında Wilders’in desteğini geri çekmesiyle işbirliği, yerini adı konmamış bir siyasi savaşa bıraktı. Gelinen son noktada, aşırı sağın mı yoksa Hollanda’nın alışık olduğu liberal, merkez sağ anlayışının mı galip geleceğini mart ortasında göreceğiz. Nitekim sonuç ne olursa olsun, zamanın ruhu, göçmen yanlısı, çoğulcu ve Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen kampanyaların seçim meydanlarında yankı bulmayacağını ortaya koyuyor.
Ahmet Ceran, İKV Uzmanı
3) 25 Mart: Roma Antlaşmalarının 60’ıncı Yılında AB’nin Geleceği Mercek Altında
25 Mart 2017 tarihinde AB, Roma Antlaşması’nın 60’ıncı yılını kutlayacak. Bu çerçevede önemli kutlamaların yapılacağı biliniyor. Roma Antlaşması, 25 Mart 1957 tarihinde altı Batı Avrupa ülkesi arasında - Fransa, Federal Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg- imzalanmıştı. Bu Antlaşma ile Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu kurulmuştu. 1951 yılında Paris Antlaşması ile kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile birlikte bugünkü AB’nin temellerin oluşturan üç Topluluk bu şekilde ortaya çıkmıştı. Roma Antlaşması, altı üye ülke arasında önce bir gümrük birliğinin tesis edilmesini ve buna dayalı olarak malların, hizmetlerin, sermayenin ve emeğin serbestçe dolaşacağı bir Ortak Pazarın kurulmasını hedefliyordu. 1993 Maastricht Antlaşması ile bu Topluluk, Avrupa Birliği’ne dönüştü; ekonomik entegrasyon hedefinde en son aşama olan Ekonomik ve Parasal Birlik ile birlikte ortak bir dış ve güvenlik politikası ve adalet ve içişlerinde işbirliği öngören ortak bir dolaşım alanı hedeflerini de içeren ve federatif özelliklere taşıyan bir yapı ortaya çıktı.
Dünya siyasi tarihi için bir model ve öncül konumundaki bu Birliğin temellerinin atılmasının 60’ıncı yıl dönümünde AB liderleri bir araya gelecek ve AB’nin geleceğini tartışacak. Avrupa Komisyonunun, bu tarihte AB Konseyine sunulmak üzere bir rapor hazırlığı içinde olduğu ve özellikle Brexit süreci sonrasında AB’nin nasıl bir yapıya kavuşacağı ile ilgili bir çerçeveyi gündeme getireceği biliniyor. Bu tarihe kadar Britanya’nın AB’den çıkma ile ilgili süreci başlatıp başlatmayacağının da netlik kazanacağını varsayarsak, Britanya gibi önemli bir üyesini kaybetmesi muhtemel olan AB’nin birlik ve bütünlüğünü korumak için yeni adımlar atacağını beklemek mümkün.
Popülist ve aşırı sağ akımların güç kazandığı bir dönemde Roma Antlaşması’nın 60’ıncı yılının kutlanması bir açıdan AB’nin “yıkılmadım, ayaktayım” mesajı olacak. Öte yandan ise, İkinci Dünya Savaşı gibi bir olaydan 12 yıl sonra böyle ilerici bir projeyi hayata geçirmiş olan Avrupa’nın, bugün iç siyaset itibarıyla o noktanın gerisine düşmüş olması, kimilerini acı acı gülümsetecek.
Deniz Servantie, İKV Uzman Yardımcısı
4) 2017’nin İlk Çeyreği: Birleşik Krallık 50’nci Maddeyi Harekete Geçirecek mi?
2017’de dünya gündemini etkileyecek diğer önemli bir konu ise Brexit (Britanya’nın AB’den ayrılma süreci). Hatırlanacağı üzere, Britanya 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan referandumda yüzde 52 oyla AB’den ayrılma kararı almıştı. Bugüne kadar hiçbir AB üyesi üyelikten ayrılmadığı için, Britanya’nın AB üyeliğinden ayrılma süreci bir ilk olacak. Bu sürecin işleyişi, AB ile Britanya arasındaki müzakerelerin seyrine bağlı olduğu kadar ülkenin kendi içerisindeki hukuki ve siyasi süreçle de yakından alakalı. 2017 yılının ilk çeyreği içerisinde yaşanacak konuyla ilgili bir önemli gelişme ise Londra’daki Temyiz Mahkemesi’nin ülkenin Brexit süreci ile ilgili vereceği karar. Bilindiği üzere Britanya’daki Yüksek Mahkeme Kasım 2016’da Britanya Hükümeti’nin AB’den ayrılma müzakerelerine Parlamentonun onayı olmadan başlayamayacağına hükmetmişti. Ancak Britanya Hükümeti karara itiraz etti. Hükümetin başvurusu üzerine başlayan temyiz duruşmalarının, Brexit sürecindeki yetki karmaşasını çözeceği düşünülüyor.
Temyiz Mahkemesi’nin bu konu hakkındaki kararını bu ay içerisinde açıklaması bekleniyor. Ancak aksi bir karar alınmadığı sürece, Britanya Hükümeti, Lizbon Antlaşması'nın AB’den ayrılmayı düzenleyen 50’nci maddesini tek başına yürürlüğe sokup, Parlamento onayı olmaksızın müzakerelere başlayamayacak. Her ne kadar Parlamentodaki muhtemel tartışmalar nedeniyle gecikmeler yaşanabilirse de, Britanya Başbakanı Theresa May’in Mart 2017’de iki yıl alması beklenen Britanya’nın AB’den çıkış sürecini başlatacak 50’nci maddeyi yürürlüğe sokacağı öngörülüyor.
Emre Ataç, İKV Uzman Yardımcısı
5) Nisan: Türkiye’de Anayasa Değişikliği ve Türkiye-AB İlişkileri
ABD, AB ve küresel gündemde kilit önemdeki gelişme ve tarihlerin yanında, ülkemizde nisan ayında yapılacağı öngörülen Anayasa referandumu da 2017’nin önemli olaylarından birini oluşturuyor. Anayasa’nın 21 maddesinde yapılan değişiklikler birer birer TBMM’de oylanıyor. Maddelerin büyük çoğunluğu AKP’li ve MHP’li milletvekillerinin onayı ile kabul edilmiş durumda. 21 maddelik anayasa değişiklik teklifi AKP’nin MHP ile vardığı uzlaşmayla hazırlandı ve 316 milletvekilinin imzasıyla Meclise sunuldu. Meclis Genel Kurulu’nda anayasa değişikliği teklifinin görüşülmesine geçilmesi, 338 milletvekilinin gizli oyuyla kabul edildi. CHP ve HDP Anayasa değişikliğine karşı çıkıyor.
1982 Anayasası daha önce de birçok defa değişikliğe uğramıştı ancak bu seferki değişikliklerin ayrı bir önemi bulunuyor. Anayasanın değişmesi ile Türkiye’de parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilecek. Başkanlık sistemini andıran ve “Türk tipi Başkanlık” olarak da anılan sisteme göre, Başbakanlık kurumu kalkacak ve doğrudan seçimlerle başa gelen Cumhurbaşkanı, yürütmenin başı olacak. Cumhurbaşkanının bir siyasi parti ile bağı olabilecek ve kanun hükmünde kararname çıkarabilecek. Bunun yanında, değişiklikler, yargı ve seçim sisteminde de önemli yenilikler getiriyor: milletvekili sayısı 550’den 600’e çıkarılırken, seçilme yaşı 18’e indirilecek ve yedek milletvekilliği uygulaması getirilecek. Yargının bağımsızlığı açısından kritik olan bir diğer değişikliğe göre Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısı Cumhurbaşkanı tarafından, diğer yarısı ise Meclis tarafından seçilecek. Askeri yargı tamamen kaldırılırken, Milli Güvenlik Kurulunda, Jandarma Genel Komutanının üyeliği sona erecek.
Nisan ayında yapılması beklenen referandum, anayasa değişikliklerinin niteliği sebebiyle kritik önem taşıyor. Referandumdan “evet” çıkması, Türkiye’de kökeni Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İkinci Meşrutiyet dönemi kadar geriye giden parlamenter sistemde radikal bir değişime yol açacak. Yürütmenin tek elde toplanacağı bu yeni sisteme Türkiye’nin AB süreci açısından bakarsak, üzerinde durulması gereken en önemli noktaları demokrasi, kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü kriterlerinin karşılanması oluşturuyor. Yani, yürütme, yasama ve yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı prensibinin uygulanması, Cumhurbaşkanının Parlamento tarafından denetlenebilmesi ve hesap verebilir olması, yargının yürütmeden bağımsız ve tarafsız bir kimliğe sahip olması, parlamenter sistem ya da başkanlık sistemi olup olmadığına bakılmaksızın göz önünde bulundurulması gereken kıstasları meydana getiriyor.
AB’de günümüzde yalnızca Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde başkanlık sistemi yürürlükte, dört Üye Devlet –Fransa, Litvanya, Portekiz ve Romanya- yarı başkanlık sistemiyle, diğer Üye Devletler ise parlamenter sistem ile yönetiliyor. Avrupa’nın parlamenter sistemin çıkış yeri olması, bu sistem yönündeki eğilimi de açıklayabilir. Ancak bunun yanında, parlamenter sistemin zamanın imtihanından geçmiş, dayanıklı ve demokrasi açısından uygun bir sistem olduğunu belirtmekte yarar var. Kendine özgü özellikleri olan ve katı bir kuvvetler ayrılığına dayanan ABD sistemi dışında, özellikle Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da olumsuz örnekleri olan başkanlık sisteminin yeterli müzakere olmadan hızlı bir şekilde geçirilmek istenmesi, birçok gözlemcinin Anayasa değişiklerine temkinli bir şekilde yaklaşmasına yol açıyor. Türkiye’nin bu önemli dönemeçten de yüz akıyla çıkacağını ve demokratik denge ve denetleme mekanizmalarının olduğu, başta medya ve ifade özgürlükleri olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin korunduğu ve bunun yanında etkin bir şekilde yönetim görevini de yerine getiren bir sistemin yürürlükte olacağını umuyoruz.
Doç. Dr. Çiğdem Nas, İKV Genel Sekreteri
6) 23 Nisan-7 Mayıs: Fransa’da Le Pen’in Gölgesinde Seçimler
Tarihinde ilk kez bir ön seçimle cumhurbaşkanı adayı belirlenecek olan Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu; 23 Nisan 2017, ikinci turu ise 7 Mayıs 2017 tarihinde gerçekleştirilecek. Cumhurbaşkanı seçiminin ardından 11 ve 18 Haziran tarihlerinde milletvekili seçimleri gerçekleştirilecek. Ülkenin ekonomik ve siyasi açıdan oldukça yoğun bir gündemi bulunuyor. Kasım 2015’te meydana gelen Paris terör saldırıları, Britanya’nın ayrılma kararından sonra Fransa’da aşırı sağın lideri Marine Le Pen’in ülkeyi Brexit benzeri bir referanduma götürme girişimi, Cumhurbaşkanı Hollande’ın eleştirilen iç ve dış politikalarının yanı sıra başta yüksek işsizlik oranı olmak üzere ekonomik sorunların seçim sonuçlarına nasıl yansıyacağı merak ediliyor.
Cumhurbaşkanı François Hollande’ın adaylıktan çekilmesiyle birlikte eski Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron ve eski Başbakan Manuel Valls, cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylıklarını koydu. Sol kanatta aday adayı belirleme seçimlerinin ilk turu; 22 Ocak, ikinci turu ise 29 Ocak 2017 tarihinde yapılacak. Merkez sağın aday adayı belirleme seçimleri ise geçen yıl kasım ayında yapıldı ve muhafazakâr aday ve eski Başbakan François Fillon adaylık yarışını kazandı. Anketler, sağ kanatta seçim yarışının merkez sağın adayı François Fillon ve aşırı sağın adayı ve ırkçı söylemleri olan Milli Cephe (FN) Lideri Marine Le Pen arasında geçeceğini gösteriyor. Ülkede sağın adayı Francois Fillon’un Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkması, sol kanattan Manuel Valls’ın da seçim propagandasında Türkiye'yi AB'nin içinde istemediklerini söylemesi, her iki kanadın da Türkiye’ye karşı aynı eğilimi gösterdiğini ortaya koyuyor. Adayların bu söylemleri, seçimler sonrasında Fransa’da Türkiye’nin AB üyelik sürecine yönelik tutumunun Hollande dönemini aratacağı bir döneme girileceğini düşündürüyor.
Sema Çapanoğlu, İKV Kıdemli Uzmanı
7) 2017 Ortası: Kıbrıs’ta Muhtemel Çözüm Referandumları?
2017 yılında uluslararası camianın beklediği iyi haber Doğu Akdeniz’den; Kıbrıs’tan gelebilir. Diplomatik çabalara rağmen on yıllardır süren çözümsüzlük nedeniyle “diplomasi mezarlığı” olarak anılan adada, çözüme en çok yaklaşılan –ancak Türk tarafının “evet”ine karşı, Rum tarafının çözüme “hayır” demesiyle hüsranla sonuçlanan- Annan Planı’ndan bu yana ilk kez çözümün ulaşılabilir olduğu hissi hâkim... KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile GKRY lideri Nikos Anastasiadis arasında Mayıs 2015’te başlayan müzakerelerde yönetim ve güç paylaşımı, AB konuları, ekonomi ve mülkiyet başlıklarında açık konulara rağmen önemli yakınlaşmalar sağlandı, görüşmelerde sıra en hassas ve zorlu konular olan toprak düzenlemeleri ile güvenlik ve garantilere geldi. 2017 yılı Kıbrıs için tarihi bir zirve ile başladı, taraflar 9-11 Ocak 2017 tarihlerinde yukarıda sayılan ilk dört başlıktaki uzlaşıları ilerletmek ve toprak düzenlemelerine ilişkin haritalarını sunmak üzere Cenevre’de bir araya geldiler. 12 Ocak itibarıyla ise üç garantör ülke; Türkiye, Yunanistan ve Britanya’nın da katılımıyla en zorlu ve en hassas konu olan güvenlik ve garantiler başlığını görüşmek üzere beşli Kıbrıs Konferansı toplandı.
Cenevre önemli ilklere tanıklık etti: İki taraf ilk kez kendi hazırladıkları haritaları sundular- her ne kadar iki taraf da birbirinin haritasını kabul edilemez olarak nitelendirse de- bu, 49’uncu yılına giren Kıbrıs müzakereleri tarihinde önemli bir ilkti. Cenevre görüşmeleri, üç garantör ülke ile Kıbrıs Türk tarafı ve Rum tarafını 1960’tan sonra ilk kez aynı masa etrafında bir araya getirmesi açısından da oldukça önemliydi. Cenevre’de garantör ülkeler ve Kıbrıslı taraflar arasında güvenlik ve garantiler konusunda bir diyalog süreci başlatıldığı söylenebilir. Taraflar, bu çetin konuyu ele almak üzere 18 Ocak’ta müsteşarlar düzeyinde çalışma grubu toplantısında bir araya gelecekler, bundan sonraki süreçte ise Dışişleri Bakanları, siyasi anlaşmaya yaklaşılırsa da Başbakanlar devreye girecek.
Cenevre süreci olumlu seyrederse, haritada ve Türk tarafının siyasi eşitliğinin vazgeçilmezleri; dönüşümlük başkanlık ve kararlara etkin katılım konularında anlaşılırsa, önümüzdeki aylarda kapsamlı bir çözüm planının ortaya çıkması ve yıl ortasında Yeşil Hat’ın her iki tarafında düzenlenecek eş zamanlı referandumlarda Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların onayına sunulması söz konusu olabilir. Önümüzdeki aylarda Rum tarafında Şubat 2018 başkanlık seçimi öncesi propaganda sürecine girilecek olması ve Rum tarafının tek yanlı ihalesiyle ada çevresinde sondaj çalışmalarının gündeme gelme olasılığı, taraflar üzerindeki zaman baskısını artırıyor.
Kıbrıs’ta olumlu senaryonun gerçekleşmesi ve Avrupa’nın en uzun soluklu dondurulmuş ihtilafının kalıcı ve adil şekilde çözümlenmesi, Türkiye-AB ilişkilerinde bir paradigma değişikliğine yol açabilecek güçte. Bilindiği üzere, 35 fasıldan 14’ünün açılması ve tüm fasılların geçici dahi olsa kapatılması, Kıbrıs meselesiyle bağlantılı olarak AB Konseyi ve GKRY tarafından engellenmiş durumda. Kıbrıs meselesinin çözüme kavuşturulmasıyla Türkiye’nin müzakere süreci ivme kazanır; blokaj altında olan 14 faslın serbest kalarak açılması, müzakereleri tamamlanan fasılların ise kapatılması mümkün olur. Türkiye’nin eleştirildiği temel haklar ve hukukun üstünlüğü konularını kapsayan 23'üncü ve 24'üncü fasılların açılması, Türkiye’de reform ivmesinin hızlanmasına ve bu alanlardaki eksikliklerin giderilmesine zemin hazırlar. Dahası Kıbrıs meselesinin çözülmesi, AB açısından da aynı zamanda kilit bir stratejik ortak olan Türkiye ile ilişkilerin daha da derinleştirilmesini mümkün kılar. Türkiye-AB ilişkilerinin ana çerçevesini oluşturan katılım müzakereleri süreci etkin işleyemediği için AB’nin Türkiye ile enerji ve dış politika gibi müşterek çıkar alanlarında ad hoc olarak yürüttüğü diyalog süreçleri de müzakerelere entegre edilir. Kıbrıslı Türklerin geç de olsa AB içerisindeki yerlerini almasıyla Türkçe, AB resmi dilleri arasına katılır. Kıbrıs meselesi de AB içerisinde Türkiye karşıtı çevrelerin arkasında sığındığı bir bahane olmaktan çıkar. Bunun ötesinde, ayrılık ve bölünme rüzgârlarının estiği, çatışmaların giderek arttığı bir coğrafyada iki farklı dinden iki toplumun yeni bir ortaklık altında birleşmeyi seçmesi, diğer uyuşmazlıklar için de umut ışığı olabilir.
Yeliz Şahin, İKV Kıdemli Uzmanı
8) 7-8 Temmuz: G20 Hamburg Zirvesi’nde Küresel Yönetişime Balans Ayarı
Dünyanın en güçlü 19 ekonomisinden ve AB’den temsilciler, Hamburg’da Dönem Başkanı Almanya’nın ev sahipliğinde düzenlenecek G20 Zirvesi’nde bir araya gelecekler. Küresel sistemin dönüşüm geçirmekte olduğu, ekonomik yönetişim dengelerinin yeniden şekillenmeye başladığı bir dönemde, Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak ilk defa katılacağı 7-8 Temmuz 2017 tarihli Zirve, hem kamu otoritelerinin hem uluslararası iş çevrelerinin hem de uluslararası sivil toplum ve medyanın, 2017 ajandasındaki en kritik etkinliklerden biri. Her yıl G20’nin çalışmalarıyla ve B20, C20 ile diğer açılım gruplarının etkinlikleriyle, ekonomi yönetiminin küresel çapta daha etkin hale getirilmesine yönelik OECD, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası aktörlerle işbirliği içerisinde eylem planları ortaya koyuluyor, hâlihazırdaki uygulamalar gündeme getiriliyor ve yeni perspektifler tartışılıyor. Bütün bir yılın çalışmaları ise dönem başkanı ülkenin ev sahipliğinde düzenlenen zirvede, G20 Sonuç Bildirisi ile devlet ve hükümet başkanlarının imzasıyla resmiyet kazanıyor.
G20 Hamburg Zirvesi’nin, AB entegrasyonunun devamlılığı ve küreselleşmenin savunucularından Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ev sahipliğinde gerçekleşecek olması, şüphesiz ki “gerçek ötesi (post-truth)” teriminin politikayla bağlantılı olarak yılın kelimesi seçildiği bir dönemde, sonuçları itibariyle merakla bekleniyor. Merkel ve Almanya Dönem Başkanlığı, G20’nin 2017 önceliğini, “birbirine bağlı bir dünyayı şekillendirmek” olarak belirledi. ABD Başkanı Donald Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, AB liderleri, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Xi Jinping gibi farklı kutuplardaki kritik liderleri fikir düzleminde bir araya getirmek, Zirve öncesi dönemde G20 Sherpalarının ve Merkel’in en zorlu sınavı olacak. Öte yandan sürdürülebilir kalkınma, kadının konumunun güçlendirilmesi, Afrika’da barış ve kalkınmanın sağlamlaştırılması, Paris İklim Anlaşması’nın etkin şekilde uygulanması gibi doğrudan küresel ekonomik yönetişimin parçası olmayan konular da Merkel’in ve Almanya Dönem Başkanlığı’nın Hamburg Zirvesi’nde şekillendireceği öncelikli konu başlıkları arasında. G20 üyesi olan küresel aktörlerin kendilerini yeniden konumlandırma eğiliminde olduğu bir aşamada 2015’te başarılı bir dönem başkanlığı gerçekleştiren Türkiye’nin G20 sahnesinde veteran ve etkin konumunu sürdüreceğini öngörmek mümkün. Nihayetinde uluslararası ekonomi yönetişimine ve küresel bağlamda vergi sistemi, yolsuzlukla mücadele, uluslararası finans sektörünün etkinliğine ilişkin kalkınma ve kapsayıcı büyüme yolunda atılacak her adıma, Türkiye’nin de imzacı olmanın ötesinde uygulamacı olarak katılması bekleniyor.
Ahmet Ceran, İKV Uzmanı
9) Eylül-Ekim: Bir Seçim Birden Çok Sonuç: Almanya
2016 yılında gerçekleşen seçimlerin sonuçları, bildiğimiz liberal düzeni ve küreselleşmeyi tartışmaya açarken, 2017 yılındaki seçimlerin sonuçları popülizmin zaferini ortaya koyacak mı? Bu yıl önce Hollanda ardından Fransa seçimlerinin sonuçları bizlere bu sorunun cevabını verecek. Peki, Eylül-Ekim 2017’de gerçekleştirilecek Almanya genel seçimleri AB içerisindeki ve küresel sistemdeki sarsıntılara bir yenisini ekleyecek mi? ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın da belirttiği gibi, liberalizmin kalan son iki kalesinden biri olan Almanya (diğeri Kanada) seçimlerinin sonuçlarının AB’nin geleceği açısından son derece kritik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bugünkü siyasi konjonktürde bir yandan AB değerlerine sahip çıkarken diğer yandan sorunlara hızlı ve etkili çözümler üretmek için harekete geçecek bir çıpaya ihtiyaç duyulduğu ortada. İşte en fazla da bu nedenle Doğu Avrupa kökenli bir rahibin kızı olarak doğan Başbakan Angela Merkel’in dördüncü defa ipi göğüsleyip göğüslemeyeceği büyük önem taşıyor. Anketler, göçmenlere yönelik izlediği açık kapı politikası ve 2016’nın sonunda meydana gelen Noel pazarındaki terör saldırısı sonrasında Hıristiyan Demokrat Parti’nin oylarının düştüğünü gösterse de en yakın rakibinden yüzde 10 daha yukarıda ilk sıradaki konumunu koruyor.
Ancak bu sefer Almanya seçimlerinde gözlerin çevrildiği parti ne hükümetteki koalisyon ortağı Sosyal Demokratlar ne de Yeşiller ya da Liberaller. Bu sefer, 2016’da eyalet seçimlerinde önemli başarı kaydeden Almanya için Alternatif Partisi (Alternative für Deutschland -AfD) kamuoyunun merceğinde. 2013 yılında kurulan bu popülist parti, avro karşıtı söylemiyle ancak yüzde 5 civarında oy alıyordu. Ancak yaşanan göçmen akını sonrası AfD’nin güçlü göçmen karşıtı söylemi, yapılan farklı anket sonuçlarına göre partiyi şimdiden yüzde 12-15 oy oranına taşımış durumda. Bu oy oranı AfD’yi sadece üçüncü parti haline getirmekle kalmıyor, göçmen ve İslam karşıtı söylem siyasi sistemin içerisinde daha güçlü bir biçimde yerleşmiş oluyor. Son dönemde AB’nin sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi lokomotifi konumundaki Almanya’nın seçim sonuçları, kuşkusuz Birliğin kaderini de etkileyecek.
Çisel İleri, İKV Araştırma Müdürü
10) 6-17 Kasım: İklim Zirvesi Bu Yıl Bonn’da Toplanacak
İlki Almanya’nın Bonn şehrinde 1995 yılının Mart ayında gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Taraflar Konferansı’nın 23’üncüsü (COP 23), bu yıl 6-17 Kasım tarihleri arasında tekrar Bonn şehrinde, BMİDÇS Sekretaryasının Merkezi’nde gerçekleştirilecek. 4 Kasım 2016 tarihinde yürürlüğe giren Paris Anlaşması’nın nasıl uygulanacağı konusu tam anlamıyla netlik kazanamazken, bu yıl yapılacak COP 23 sırasında 2020 yılına kadar yapılacaklar listesinin içinin doldurulması gerekecek. Nitekim 2015 yılı Paris müzakerelerinde ülkelerin BM’ye sundukları ulusal katkıların (INDC), bu yüzyıl sonuna kadar 2 derece limitini aşan bir eğilimi gösterdiği açıklanmıştı. Uluslararası Enerji Ajansının 2016 raporuna göre, fosil yakıtlara yönelik dünyanın birincil enerji arzının 2014 yılında yüzde 82 gibi yüksek seyirde olduğu açıklandı. INDC’lerde de en hâkim sektörün enerji sektörü olduğu görülüyor. Dolayısıyla mevcut politikaların revize edilmesi gerektiği gerçeği güncelliğini koruyor.
AB’ye aday ülke olan Türkiye, BM müzakerelerindeki özel konumunun netleşmesine yönelik girişimlerine bu yıl da devam edecek. OECD üyesi olarak, zengin ülkeler kulübünde olup gelişmekte olan ülkelere sağlanan avantajlardan yararlanmak isteyen Türkiye, gelişmekte olan bir ülke olarak iklim fonlarından faydalanmak istediğini uzun süredir açıklıyor. Türkiye ayrıca COP 26’nın ev sahipliği için resmi başvurusunu BM’ye sundu.
İklim Zirvesi’nin Bonn’da yapılmasının ayrı bir önemi de Almanya’nın aynı zamanda G20 Dönem Başkanlığı’nı yürütüyor olması. 30 Kasım’a kadar devam edecek başkanlık döneminde Almanya, iklim değişikliğini ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerini gündemin en üst sıralarına yerleştirdiğini açıkladı. G20 Liderler Zirvesi’nin bu yıl 7-8 Temmuz tarihlerinde Hamburg’da yapılacağını ekleyelim.
Küresel politikaların çatısı niteliğinde olan Paris Anlaşması ve yeni Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin ulusal boyuttaki sektörel değişimlere hız vermesi öngörülüyor. Nitekim düşük karbonlu ekonomiyi ve yenilenebilir enerji kaynaklarını destekleyen felsefesi ile Paris Anlaşması için AB, 2030 yılına kadar tüm sektörlerde ek tedbirleri gündemine almış bulunuyor.
İlge Kıvılcım, İKV Uzmanı
HAKKIMIZDA
ARAŞTIRMA MERKEZİ
PROJELER
İLETİŞİM
Designed By: OrBiT